Hafta
sonu olmasına rağmen, daha güneş doğmadan yine yollara düşmenin bana
hissettirdiği olağan dışı meşguliyet hissinin yorgunluğu ile birlikte, on
dakikada bir hareket eden motorlardan birisi vasıtasıyla Üsküdar’dan Beşiktaş’a
geçmek için bindiğim motorun kalkış saatini bekliyordum. Beşiktaş’a inmek için
bekleyeceğim sürenin en fazla on beş dakika olması, beklediğim zamanın gözümde
kısalmasına engel değildi ve beklediğim her saniye bana çekilmez bir anın
tekrar tekrar yaşanması gibi geliyordu. Pazar sabahı henüz güneş doğmamışken
motorla karşıya geçmek için aslında dişe dokunur bir bahanemin olmamasıydı bana
bu on beş dakikayı çekilmez kılan.
Yine de bu
çekilmez gördüğüm on beş dakikamı çekilir kılan bir ayrıntı olarak İstanbul
vardı. Bir arkadaşım “Eğer Boğaz’ı seyredebileceğim bir yerdeyken Boğaz’ı
seyretmeyecek kadar bir şeylere sıkılıp kafama takabiliyorsam, bu şehirden
ayrılıp şehri özleme zamanım gelmiştir” şeklinde bir çıkarım yapmıştı. Ben bu
çıkarıma uygun düşecek şekilde henüz İstanbul’u seyretmekten sıkılmamış bir
halde boğazın bulunduğum noktadan seyrine dalmış, on beş dakikayı bir nebze
çekilir kılmıştım, Pazar sabahı güneş doğmamışken orada oluşuma rağmen.
O esnada
oturduğum sedir üzerindeki minderin hareket etmesiyle, yanıma birisinin
yığıldığını fark ettim. Dedelerimin ikisi de vefat ettiği için dedem yaşında
diyemeyeceğim, ancak yaşasalardı dedemlerden birisi yaşında diyebileceğim bir
adam, oturduğum sedir üzerindeki minderin boş olan kısmına oturmaya çalışırken
belli ki kendi ağırlığını taşıyamamış; motorun, İstanbul Boğazı’nın, Üsküdar
Sahili’ne vuran dalgalarıyla sallanıyor oluşuyla kaybettiği dengesinin de
etkisiyle kendisini birden sedire bırakıvermişti. Adamcağızın düşüşü
diyebileceğim bu oturuş aslında adamın canını yakabilecek şiddete gibi
göründüğünden, çekilmez on dakikamdan ve doyamadığım seyr-ü sefamdan ayırdığım
bir vakitle adamcağız iyi mi acaba diye baktım. Eğer yaşasalardı dedemlerden
birisi yaşında diyebileceğim bu adamın o yaşlı suretindeki kırışıklıklarda
hiçbir acı emaresi gözükmüyordu. Aslında eğer yaşasalardı dedemlerin yaşında
diyebileceğim bu adamın suretinden hiçbir emare okunmuyordu. Yıllar içerisinde
hissizleştiği ve kabuk bağlayarak yaşadığı hiçbir şeyi dışarı vurmayacak kadar
sert bir surata sahip bu adamın suratına bakıp acaba canı yandı mı diye endişe
ederken ve kalan çekilmez on dakikamı geçirmeye çalışırken; bu adamın
oturduğumuz sedirin, karşısında bulunan sedirle, arasında duran masaya okumak
üzere bir gazete koyduğunu gördüm. Rulo olarak taşındığı belli olurcasına
kıvrılmış bir halde masanın üzerinde tam açılmadan duran bir spor gazetesiydi
bu.
Denizdeki
dalgalar sebebiyle sallanan bu ufak motordaki sallantının da etkisiyle birlikte
otururken kendi ağırlığını taşımaktan aciz, yaşasalardı dedemlerden birisi
yaşında diyebileceğim bu adamın bir spor gazetesi okuması o an çok ironik
gelmişti. Hafta sonu olmasına rağmen, daha güneş doğmamışken başladığım insanda
meşguliyet hissi yaratan bu yolculuğa eklenen bir tutam ironi. Katlanma izleri
belli olacak şekilde ve gevşemiş bir rulo olarak masanın üzerinde duran
gazeteyi açan bu adamcağız, gazetenin ortasında duran bir at yarışı eki çıkarıp
okumaya başladı.
İşte o esnada hafta
sonu olmasına rağmen, daha güneş doğmamışken başladığım insanda meşguliyet
hissi yaratan bu yolculuğa eklenen bir tutam ironimi benden geri alan bir
ayrıntıyı fark ettim. Sedire otururken kendi ağırlığını taşımaktan aciz düşerek
kendisini sedire bırakan ve sedire yığan bu adamın okuduğu gazetenin spor
gazetesi olmasıyla on beş dakikalık yolculuğumda bana eşlik eden ironiyi,
gazetenin köşesine yerleştirilmiş kutucuğun içerisinde yazan köşe yazısının
başlığı ortadan kaldırıvermişti; “Son Düzlük.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder