25 Şubat 2015 Çarşamba

Başlık

 Hafta sonu olmasına rağmen, daha güneş doğmadan yine yollara düşmenin bana hissettirdiği olağan dışı meşguliyet hissinin yorgunluğu ile birlikte, on dakikada bir hareket eden motorlardan birisi vasıtasıyla Üsküdar’dan Beşiktaş’a geçmek için bindiğim motorun kalkış saatini bekliyordum. Beşiktaş’a inmek için bekleyeceğim sürenin en fazla on beş dakika olması, beklediğim zamanın gözümde kısalmasına engel değildi ve beklediğim her saniye bana çekilmez bir anın tekrar tekrar yaşanması gibi geliyordu. Pazar sabahı henüz güneş doğmamışken motorla karşıya geçmek için aslında dişe dokunur bir bahanemin olmamasıydı bana bu on beş dakikayı çekilmez kılan.

  Yine de bu çekilmez gördüğüm on beş dakikamı çekilir kılan bir ayrıntı olarak İstanbul vardı. Bir arkadaşım “Eğer Boğaz’ı seyredebileceğim bir yerdeyken Boğaz’ı seyretmeyecek kadar bir şeylere sıkılıp kafama takabiliyorsam, bu şehirden ayrılıp şehri özleme zamanım gelmiştir” şeklinde bir çıkarım yapmıştı. Ben bu çıkarıma uygun düşecek şekilde henüz İstanbul’u seyretmekten sıkılmamış bir halde boğazın bulunduğum noktadan seyrine dalmış, on beş dakikayı bir nebze çekilir kılmıştım, Pazar sabahı güneş doğmamışken orada oluşuma rağmen.

  O esnada oturduğum sedir üzerindeki minderin hareket etmesiyle, yanıma birisinin yığıldığını fark ettim. Dedelerimin ikisi de vefat ettiği için dedem yaşında diyemeyeceğim, ancak yaşasalardı dedemlerden birisi yaşında diyebileceğim bir adam, oturduğum sedir üzerindeki minderin boş olan kısmına oturmaya çalışırken belli ki kendi ağırlığını taşıyamamış; motorun, İstanbul Boğazı’nın, Üsküdar Sahili’ne vuran dalgalarıyla sallanıyor oluşuyla kaybettiği dengesinin de etkisiyle kendisini birden sedire bırakıvermişti. Adamcağızın düşüşü diyebileceğim bu oturuş aslında adamın canını yakabilecek şiddete gibi göründüğünden, çekilmez on dakikamdan ve doyamadığım seyr-ü sefamdan ayırdığım bir vakitle adamcağız iyi mi acaba diye baktım. Eğer yaşasalardı dedemlerden birisi yaşında diyebileceğim bu adamın o yaşlı suretindeki kırışıklıklarda hiçbir acı emaresi gözükmüyordu. Aslında eğer yaşasalardı dedemlerin yaşında diyebileceğim bu adamın suretinden hiçbir emare okunmuyordu. Yıllar içerisinde hissizleştiği ve kabuk bağlayarak yaşadığı hiçbir şeyi dışarı vurmayacak kadar sert bir surata sahip bu adamın suratına bakıp acaba canı yandı mı diye endişe ederken ve kalan çekilmez on  dakikamı geçirmeye çalışırken; bu adamın oturduğumuz sedirin, karşısında bulunan sedirle, arasında duran masaya okumak üzere bir gazete koyduğunu gördüm. Rulo olarak taşındığı belli olurcasına kıvrılmış bir halde masanın üzerinde tam açılmadan duran bir spor gazetesiydi bu.

  Denizdeki dalgalar sebebiyle sallanan bu ufak motordaki sallantının da etkisiyle birlikte otururken kendi ağırlığını taşımaktan aciz, yaşasalardı dedemlerden birisi yaşında diyebileceğim bu adamın bir spor gazetesi okuması o an çok ironik gelmişti. Hafta sonu olmasına rağmen, daha güneş doğmamışken başladığım insanda meşguliyet hissi yaratan bu yolculuğa eklenen bir tutam ironi. Katlanma izleri belli olacak şekilde ve gevşemiş bir rulo olarak masanın üzerinde duran gazeteyi açan bu adamcağız, gazetenin ortasında duran bir at yarışı eki çıkarıp okumaya başladı.


 İşte o esnada hafta sonu olmasına rağmen, daha güneş doğmamışken başladığım insanda meşguliyet hissi yaratan bu yolculuğa eklenen bir tutam ironimi benden geri alan bir ayrıntıyı fark ettim. Sedire otururken kendi ağırlığını taşımaktan aciz düşerek kendisini sedire bırakan ve sedire yığan bu adamın okuduğu gazetenin spor gazetesi olmasıyla on beş dakikalık yolculuğumda bana eşlik eden ironiyi, gazetenin köşesine yerleştirilmiş kutucuğun içerisinde yazan köşe yazısının başlığı ortadan kaldırıvermişti; “Son Düzlük.”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder